Sonunda

Aşkın -De Hâli • Bölüm 9
0%
Öğlen sıcağı ensesini yakarken Deniz’i sarsmamaya özen göstererek tekerlekli sandalyesini itiyordu. Listelerindeki son maddeyi gerçekleştirecekleri gün geldiği için heyecanlıydı. Onu, uzun zamandır binemediği otobüse bindirecek, insanların arasında fotoğrafını çekecekti. En sakin hattı, en sakin saati seçmişti her ihtimale karşı. Fazla gerilmemesi için birçok şey düşünmüştü ama yine de içten içe endişeleniyordu.

Aklının diğer yarısı da ondan haber bekleyen Rüya’daydı. Deniz’e henüz konuyu açamamış ve otobüsün onları nereye götüreceğini söylememişti. Bilirse haddinden fazla heyecanlanacağından korkuyor ve konuşmayı erteledikçe erteliyordu. Onu görmek istemiyorum, derse, Rüya’nın kalbini bir kez daha kırmak zorunda kalacaktı. Adım adım gitmeye, ilk önce otobüs kısmına odaklanmaya, sonrasını sonra düşünmeye karar verdi.

Durağa geldiklerinde, tekerlekli sandalyeyi düzgünce park edip Deniz’in dizlerinin önüne çömeldi. Sıcak havaya rağmen sımsıkı giydirmişti onu. Son günlerde daha çok üşür olmuştu. Başındaki el örgüsü kırmızı şapkaya uyan kırmızı şalı dizlerine iyice sardı. Sandalyenin kolçağına bağladığı ipten uzanan balonla, ayağındaki ışıklı ayakkabılarla adeta beş yaşında bir çocuk gibiydi. Son bir ayda verdiği kilolar yüzünden küçücük kalmıştı zaten. “Serginin en güzel fotoğrafını çekeceğiz bugün,” dedi yüzündeki en saf tebessümle. Deniz’in dizine anaç bir tavırla dokundu. “Otobüse bineceğimiz için gergin misin?”

Güçlükle konuşan Deniz , “Biraz…” dedi. "Ama sen yanımdayken iyi olacağıma eminim.”

“Konuştuğumuz gibi... Otobüs yaklaştığında gözlerini kapa diyeceğim sana. Kulaklığında en sevdiğin şarkı çalacak. Sen, en sevdiğin yerde tek başına olduğunu düşüneceksin. Ben seni otobüse bindireceğim ve sonra o harika anı fotoğraflayacağım.”

“Her şey için teşekkür ederim.”

“Ne yaptım ki ben…”

Defne’nin elini tuttu onu susturmak ister gibi. Bunu ilk kez yapıyordu. Gözlerine bakamadı. “Umarım ben de senin hayatına dokunabilmişimdir,” dedi gücünün yettiği kadar sesini çıkararak.

Onun çekinerek tuttuğu eliyle parmaklarını parmaklarına kenetledi ve narin bir kuşu tutar gibi sıktı. “Tahmin ettiğinden daha fazla dokundun…” Gülümsedi. "Sayende artık kendime ait bir dünyada yaşayabiliyormuşum gibi hissediyorum.”

“Dünyana iyi bak. Olur mu?”

Durağa yanaşan otobüsü görünce, dolan gözlerini kırpıştırıp ayağa kalktı Defne. Elindeki kulaklığı Deniz'in kulağına taktı ve gözlerini kapatmasını söyledi. Kalbi heyecandan hızla atıyordu. Engelli rampası yardımıyla tekerlekli sandalyeyi otobüse bindirirdi.

Aşırı kalabalık değildi ama ayakta duran yolcular da vardı. Deniz engellilere ayrılmış köşede tekerlekli sandalyesi ile duruyordu. Gözleri hâlâ kapalıydı ve kulağındaki müziğin ritmi ile ayaklarını usulca hareket ettiriyordu. Ayakkabılarının ışıkları her hareketinde yanıyordu. Defne, kulaklığın tekini yavaşça çekip, “İyi misin?” diye fısıldadı kulağına.

“Evet,” diye cevapladı, duyulur duyulmaz bir sesle.

“Ben biraz ileri gideceğim fotoğrafını çekmek için. Tamam mı? Senden tek isteğim içinden ona kadar sayıp gözlerini bir anlığına da olsa açman.”

Deniz bu kez kafasını salladı sadece. Ayağını kulağındaki müziğin ritmine uygun olarak tekerlekli sandalyesine vurmaya devam ettikçe, o küçük temaslar, ayakkabılarının ışıklarının sönmemesini sağlıyordu.

Birkaç adım geri çekildi Defne, kadrajında gözleri hâlâ kapalı olan Deniz ve etrafındaki birkaç insan vardı. Deklanşöre basmadan önce durdu. Gözünü kameradan çekip, gülümseyerek Deniz'e baktı. O kadar duygulanmıştı ki… Derin bir nefes aldı. Kamerayı burnuna yakın tutuyordu ki, gözlerini açtığı an hemen fotoğrafını çekebilsin.

Bekledi… Bekledi… Ama gözleri açılmadı. Bir an ayaklarına baktı. Hareket etmiyordu. Kalbine saplanan sancı ile gülümsemesi birden soldu. “Hadi, aç gözünü,” diye mırıldandı kendi kendine. Elleri titriyordu. “Hadi Deniz…” Ağlamamak için dudağını ısırdı. “Deniz…” Yanaklarından bir damla yaş süzülürken, yapması gereken şeyi yaptı:

Deniz’in kayda değer hayatının son karesini çekti.

Ayakkabısının ışıkları son bir kez daha yandı ve bir daha parlamamak üzere söndü.


***

Eylül ayının ilk haftasıydı, sonbaharın ilk zamanları... Deniz’in mezarının başında öylece bekleyen Defne, kuruyup toprağa düşen ilk yaprağa bakıyor gibi hissediyordu. Çiçek açmış, solmuş, toprağa düşmüş… Derin bir nefes çekti içine. Hava pek de soğuk olmamasına rağmen üstüne aldığı kalın siyah cekete sarıldı. Sanki Deniz’in toprağın altında nasıl hissettiğini anlamaya çalışıyordu. Üç aydır, yeni doğmuş bir bebek gibi üstüne titrediği dostunun kendi yatağındaki kadar rahat olmasını diliyordu.

İçindeki acı, o kadar büyüktü ki… Yalnızlığından kaçmak için sığındığı adam, onu tekrar yalnızlığa terk etmiş gibiydi. İç sesini, ölülerin duyabiliyor olmasından korktu. Şayet izliyor ve duyuyorsa kötü görünmemeli, yalnız hissettiğini ve derin bir ıstırap içinde olduğunu çaktırmamalıydı. Kupkuru gözleri ve dik duruşu ile bunu başarabilmeyi umsa da yavaştan titremeye başlayan dudakları onu ele veriyordu.

Rüya’nın da yanında olduğunu hatırladı birden. Gözünü Deniz'in mezarından ayırmadan, “Özür dilerim,” dedi fısıldayarak. “Benim yüzünden onu son kez göremedin.”

“Teşekkür ederim…” Kafasını çevirip, ona baktı Rüya içten olduğunu göstermek ister gibi. “Son günlerinde onu yalnız bırakmadığın için…”

Mezarlığın girişinde birkaç muhabirin görüntü almaya çalıştığını fark etti. İki koruması onları mezardan ve kendisinden uzak tutmaya çalışıyorlardı. İçinde, öyle bir öfke yükseldi ki neredeyse avazı çıktığı kadar bağıracaktı. O an, altı yıldır Deniz’in yanında olamamasının suçlusu onlarmış gibi geldi. Belki suçlayacak birini arıyordu, belki kendini suçlasa orada ayakta bile duramayacak kadar perişan olacaktı. Bunu içten içe biliyordu ama… Henüz yalnızca bir toprak tümseği gibi görünen mezara çevirdi başını. Defne’yi daha fazla üzmemek için çaktırmamaya çalışsa da, onu son bir kez görememek dayanması zor bir acı yerleştirmişti göğsüne.

Sessizliklerinde ortak bir acıyı paylaşıyorlardı ikisi de. Aynı acıyı, farklı pişmanlıklarla…

Tuttuğu gözyaşları, sustuğu zaman daha da canını yaktığı için birden anlatmaya başladı Defne. “Bir gün bana, öldüğümde her şeyden korkacak mıyım, diye sordu…” Ağlamamak için kendini o kadar zorluyordu ki konuşmak için dudaklarını araladığında nefesini bir süredir tuttuğunu fark etti. “Annenle babanla buluşacaksın... Eminim tüm korkuların kaybolacak, dedim.” Yutkundu. “Acaba şu an biraz olsun huzur bulmuş mudur?” Kendini daha fazla tutamadı. Yanaklarından bir damla yaş süzüldü. “Baksana... Mezarının başında sadece iki kişiyiz.” Kafasını sitemle iki yana sallayıp, “Kan emici muhabirleri saymazsak…” dedi sitem eder gibi. Kesik, kısa bir nefes aldı. “Yaşarken o kadar yalnızdı ki… Ölürken bile yalnız olması canımı acıtıyor.”

Defne, gözünü bile kırpmadan Deniz’in mezarına bakarak içini dökerken, Rüya bir grup insanın kendilerine doğru yaklaştığını fark etti. İlginç bir merasim kıtası gibi sessizce ve neredeyse uygun adım yürüyorlardı.

Tekerlekli sandalyesinde, elindeki saksıyı sımsıkı tutan yaşlı bir kadın ve onu iten genç bir kadın vardı insanların arasında. Arkalarından gelen orta yaşlarda altı, yedi adam… Biraz daha hızlanıp onlara yetişen takım elbiseli insanlar…

Rüya, uzanıp elini tutunca Defne başını kaldırıp gelenlere baktı. Gözüne ilk çarpan, Deniz’in çiçeklerini suladığı yaşlı kadın ve torunuydu. Arkasında duran, başına siyah dantelli bir örtü örtmüş olansa her gün yemek yediği restoranın sahibi olan kadın… Takım elbiselilerin de iş arkadaşları olabileceğini düşündü. Birden bacakları titremeye başladı. Rüya’nın elini sıktı. Gözlerinden düşen yaşlar, toprakla buluşana kadar mezarın etrafı onlarca insanla doldu.

“Etrafında bu kadar insan varken rahat mısın?” diye sordu Defne Deniz’e, sanki duyabilirmiş gibi. Arkasındaki yaşlı kadın, koluna dokunup elindeki saksıyı ona uzattı. Rüya’nın elini bırakıp, Deniz’in canlandırdığı bitkiyi eline aldı ve mezarın kenarına bıraktı. Hayatına dokunduğu insanlar değildi gelenler sadece. Bütün canlılar oradaydı sanki. Bir sokak köpeği vardı köşede. Onu da fark ettiği an, ağlaması hıçkırıklarına karıştı. Uzanıp yumuşacık toprağını okşarken fısıldar gibi konuşuyordu. “Yaşadın Deniz. Yaşadığının kanıtı benim çektiğim fotoğraflar değildi… Sen, farkında olmadan bir sürü kişide hayatının izini bıraktın. Huzur içinde uyu şimdi… Seni hep seveceğiz. Son nefesimize kadar, yaşadığının kanıtı kalbimizde olacak.”

***

Muhabirleri Defne’den uzak tutabilmek için ondan önce çıktı mezarlıktan. Arabasına doğru yürümeye çalışıyordu ama yalpalayan bedeni ve kararan gözleri yüzünden güçlük çekiyordu. Korumasının koluna tutundu çaresizce. Arkasından parlayan fotoğraf makinelerinin flaşları birden artınca ne olduğunu anlamak için kafasını kaldırdı. Birkaç adım ötesindeki Ege’yi gördü.

Tanıdık bir yüz görmenin verdiği anlık mutluluk ve son bir gayretle yanına gitti. Geçmişte takılı kalan tarafını, şimdiki zamana çeken bir dostu görmenin güveniyle tuttu kolunu. “Teşekkür ederim,” diyebildi kırık dökük bir sesle.

Onun da üzüntüsü yüzüne yansımıştı. “Yanına gelmeye cesaret edemedim,” dedi. “Özür dilerim.” Nazikçe kendine çekip şefkatle sarıldı ona Ege, kulağına eğildi. “Ne diyeceğimi bilmiyorum. Ama ne olur hiçbir şey için kendini suçlama artık. Tamam mı?” Gücü kalmamış, tekrar ağlamaya ve titremeye başlamıştı Rüya. Ona iyi gelecek bir şeyler söylemeyi arzu etse de hiçbir şey bulamadı. “İstediğin her an beni arayabilirsin,” diyebildi sadece. “İstediğin her şey olurum. Beni yine saçma sapan bir şeylere çevirebilirsin makyajla. Seni iyi hissettirecek her şeyi yaparım.”

“Deniz’in evine gideceğim şimdi…” Yanaklarını ellerinin üzerine kadar uzanan ceketinin kolu ile kurulamaya çalışıp geri çekildi Rüya. “Sonra görüşürüz, olur mu?”

“Her zaman yanındayım, unutma…”

Rüya, kenarda bekleyen korumasının yanına gidip onun kolunda arabasına doğru yürürken, Ege de arkasından baktı bir süre. Yanına yaklaşmakta olan muhabirleri fark edince hızlıca toparlandı. Kendisine bir şey sormalarından öyle çok korkuyordu ki koşar adım arabasına gitti.

“İyi misin?” diye sordu, yolcu koltuğunda oturmuş onu bekleyen Ayça.

Cevap veremedi. İyi hissetmiyordu. Sadece, “Benimle geldiğin için teşekkür ederim,” diyebildi minnetini ifade eden bir sesle.

Onun her halini bilen, anlayan Ayça uzanıp elini sımsıkı tutarak, “Keşke elimden fazlası gelse…” dedi. “Ama bazen sevdiğimiz kişiler için yapabileceklerimiz sınırlı.” Son cümlesini biraz da kendisi iin söylemişti.

Ayça’nın sımsıkı tuttuğu elini yavaşça çevirip avuç içlerinin birbirine değmesini sağladı Ege. Parmaklarını onunkilere kenetleyip sıktı. Ölümler onu hep kötü etkilerdi. Ama bu defa, üzüntüsüne bir de vicdan azabı eklenmişti. Bir gün önce kıskandığı adamın, artık nefes almıyor oluşu kendi suçuymuş gibi hissediyordu. Sanki Rüya terasta onu reddettiğinde duyduğu üzüntü sebep olmuştu Deniz’in oraya ulaşamamasına.

“Yapman gereken son şey, kendini suçlu hissetmek biliyorsun değil mi?” dedi Ayça aklından geçenleri okur gibi.

“Benim bir suçum yok biliyorum,” derken çocuk gibi alt dudağını ısırdı. “Ama aklım şu an düzgün çalışmıyor. Onu takip ettiğimiz günü düşünüp duruyorum… Rüya’nın terasta onun için yaptığı hazırlıkları… O sırada kendi aşkım için bencilce konuşmamı… İçten içe Deniz’i kıskanmamı…” Ayça’nın ellerinin arasından, elini çekip utanır gibi yüzünü kapattı. “Canı ile uğraşan bir adam varken, biz nelerin peşine düştük…”

“Saçmalama ve kendine gel!” diyerek Ege’nin yüzünü kapattığı ellerini indirmeye çalıştı. “Burada doğru ya da yanlış diye bir şey yok! Önce kendi içimizdeki acının peşinden koşmamız kadar doğal ne var ki? Deniz için yapılabilecek bir şey yoktu zaten. Kendini boşuna yıpratıyorsun!”

Ellerini yüzünden hışımla çekip, “Yıpratacağım,” diye bağırdı Ege. “Kendimi düşünerek o kadar çok zaman geçirdim ki… Artık biraz yıpranıp büyüsem hiç fena olmaz!”

“Tamam, sen bilirsin. Rüya da kendi derdini bırakır, seni teselli eder artık!”

Aniden tavrını değiştirmiş, hatta emniyet kemerini takıp ön camdan dışarı bakarak gitmeye hazır olduğunu belli etmişti Ayça. “Özür dilerim,” dedi Ege. “Sana bağırmak istememiştim.”

“Eve sür… Cenk ve diğerleri de benim evde bekliyorlar.”

“Neden?”

“Aynı sebepten,” diyerek bu kez Ayça yükseltti sesini. “Kötü hisseden sadece sen misin sanıyorsun?”


***


Altı yıl sonra eşiğinden geçebildiği ev, her detayı ile zamana meydan okuyordu. Eşyaların yerleri, duvarlara sinen kendine has koku, Deniz’in kitaplarının dizilme sırası… Değişen tek şey, kendisiydi. Uzayan saçlarından sürdüğü parfüme, gülümsemesinden yaşam felsefesine kadar…

Etraftaki eşyalara parmaklarının ucuyla dokunurken, bu evde yaşadığı anılar doluştu aklına. Plastik makyajı yüzünden Deniz’in dedesini yanlışlıkla korkutması… Babaannesinin eski gelinliğini giyip çatıya çıkışı, orada yalandan evlenmeleri… İlk öpüşmeleri… Gizlice odasına girip, ona sarılarak uyduğu geceler…

Kaybettiği bütün o masum hisler, heyecanlar, hepsi tek tek vuruyordu içeriden onu. Artık boş kalan tekerlekli sandalyeye kendini bırakıp, hâlâ Deniz gibi kokan, sütlü kahverengi el örgüsü hırkasını üstüne geçirdi. Kenarda sessizce onu izleyen ve gözyaşları bir türlü dinmeyen Defne’ye baktığında beklenmedik bir şekilde gülümsedi. “Düşündüğümden daha çok özlemişim,” dedi. “Bu evi… Kokusunu… Yaşadığımız her şeyi…”

“Özür dilerim,” dedi Defne pişmanlıkla. Daha fazla ayakta duramayacağı için en yakınındaki kanepeye yaslandı. “Sen beni affetsen de, ben kendimi affedemeyeceğim sanırım.”

“Kendimizi affetmezsek yaşayamayız. Ben de birçok konuda suçlu hissediyorum. Ama günün sonunda ilk kendimizle barışı sağlamamız gerekiyor. Yoksa…”

“Sana âşık olarak öldüğüne o kadar eminim ki…” Sözünü kesmiş, nedense devam etmesini istememişti o cümleye. İçine kocaman bir nefes çekti. “Senden çok, ona yaptığım yanlış için pişmanım,” dedi mahcup bir tavırla. “Seni tekrar görmeyi ne çok istemiştir kim bilir…”

Rüya, oturduğu yerden kalkıp Defne’nin yanına gitti. Önünde diz çöküp, alnını onun dizlerine yasladı. “Bana öldüğü anı anlatsana…”

Daha iki cümle önce dindiğini sandığı gözyaşları, sorulan sorunun cevabı olarak aklında beliren fotoğraf karesi yüzünden, tekrar akmaya başladı yanaklarından. Elini Rüya’nın saçlarına dokundurup, usulca sevmeye başladı. Aynı acıyı paylaşan iki kadın, acılarını ne de farklı yaşıyorlardı. Biri o anı unutmaya, diğeri öğrenmeye çalışıyordu. Defne her zamanki gibi kaçmaya, Rüya üstüne gitmeye… Kendini zorlayarak, “Otobüsteydik,” dedi. “Kulağında kulaklık vardı, gözü kapalıydı… Onu otobüste fotoğraflayacaktım. Listemizdeki son maddeydi. Ayağında ona aldığım ışıklı ayakkabısı vardı…” Elini ağzına bastırdı hıçkırıklarına engel olmak istediği için, birkaç saniye öylece durarak kendini sakinleştirdi. Dizlerinde yatan Rüya, kafasını kaldırıp ona bakınca, “Ama gözlerini açmadı hiç,” dedi. “Ayağındaki ışıklar hâlâ yanıp sönerken… Onun nefesi kesildi.”

Defne’nin gözlerinden süzülen bir damla, Rüya’nın saçlarına düşünce kendini daha fazla tutamadı o da… Hiçbir şey söylemeden birbirlerinin gözlerine bakarak dakikalarca ağladılar.

***

Deniz’in kütüphanesinin önüne oturmuş, sırtlarını duvara yaslamışlardı. Defne’nin son ana kadar çektiği fotoğraflar yerde dağınık halde duruyordu. “Ne yapacaksın bundan sonra?” diye sordu Rüya fotoğraflardan birini eline alıp.

“Bilmiyorum…” derken sesi, sözünü onaylayacak kadar belirsizdi. “İlk başlarda her şey çok netti. O ölene kadar yanında kalıp, onun için bir sergi açacaktım. Hem onun, hem benim isteğimdi… Okulum başlayacaktı. Eski hayatıma dönüp, korktuğum ne varsa yeni Defne olarak hepsiyle yüzleşecektim.” Kafasını geri atıp, sertçe duvara yasladı. Gözlerini boşluğa dikti. “Bu yolculuğun beni güçlendireceğini düşünüyordum. Ama şu an her şey daha da boş geliyor.”

“Sergiyi açacak mısın?”

“Sanırım yapamayacağım. Bunu kaldırabileceğimi düşünmüyorum,” derken Rüya’ya baktı. “Zaten onun için bunun tek bir amacı vardı… Yaşadığının kanıtını göstermekti. Ama sen de gördün… Onun benim çektiğim fotoğraflardan daha büyük kanıtları var. Ve hepsi hâlâ nefes alıyor.” Acıyla karışık cılız bir tebessüm belirdi yüzünde. “Kendi amacımı da kaybettim zaten. O yüzden serginin bir anlamı kalmadı.”

“Deniz kesinlikle yapmanı isterdi.” Elindeki fotoğrafı Defne’nin dizlerine bıraktı. Fotoğrafta, bisikletin üstünde çocuksu bir neşe ile gülümseyen Deniz vardı. “O sergi sadece yaşadığının kanıtı olmayacak ki… Ne kadar güzel yaşadığının da kanıtı olacak.”

“Bilmiyorum…” dedi bir karenin içinden kendisine gülümseyen bisikletli adama bakarken. “Şu an düzgün düşünemiyorum.”

“Sergide bağış da toplarız… Ben de yardımcı olurum. Onun adına bir vakıf kurarız. Kanserli çocuklar için… Eminim öldükten sonra da birilerine yardımının dokunması onu çok mutlu ederdi.”

Duyduğu fikir ile birden heyecanlandı. “Eder… Kesinlikle…” dedi. “Harika fikir!”

“Her konuda yardımcı olmaya hazırım.”

Defne, Rüya’ya sımsıkı sarıldı. Deniz’e bir kez daha faydası olabilecekti. Tekrar, küçük de olsa bir amacı olacaktı bu sayede. O da bir şeyler yapmak istedi hemen. Ayağa kalkıp kütüphaneden bir kutu çıkardı ve Rüya’nın önüne koydu. “Deniz’in günlükleri…” dedi. “Senden çaldığım zamanlar için… Son günlerini nasıl geçirdi ona soramadın, belki okumak istersin.”

“Emin misin bana vermek istediğine?”

“Ben okuyabileceğimi düşünmüyorum zaten. O yüzden bunlar sende kalsın.”

“Teşekkür ederim,” derken kutuya sarılmıştı bile. “Hayatımın en büyük aşkına bu kadar iyi baktığın için… Bu kadar iyi biri olduğun için… Benim olamadıklarımı olduğun için…”

“Kendine haksızlık etme. Onun hayatında öyle güzel bir yere sahiptin ki… Bunu kimse değiştiremez. Emin ol.”

Kucağında kutuyla ayağa kalkıp gitmeye niyetlendiğini belli eder gibi durdu Rüya. “Bir şey olursa beni ara. Olur mu?”

Sadece başını sallayarak, bir şey demeden ve yerinden kalkmadan durdu Defne. Onun, kapıya kadar tek başına yürümesinin daha doğru olduğunu düşünüyordu.

***


“Kendimi neden bu kadar kötü hissediyorum…” Tıpkı çocukken yaramazlık yapıp kendini suçlu hissettiği zaman yaptığı gibi, halının ortasına çökmüş, dizlerini karnına kadar çekmişti. Yanında oturan Gamze, “Tanımasak da gencecik biri öldü. Çok normal…” dedi ağzında geveleyerek. Sanki açık seçik ve yüksek sesle söylese daha da incitecekti herkesi gerçek.

“Ona da kızmıştım…” Herkes, hâlâ salonun ortasında duran karton zaman makinesinin içindeki Cenk’e döndü. O da tıpkı Gökalp gibi, dizlerini karnına çekmiş, gözlerini halıya dikmiş oturuyordu. “Tanımadığım hasta bir adama… Sırf arkadaşım onun yüzünden acı çekti diye…” Alnını dizlerine dayadı. “Berbat biriyim değil mi?” diye mırıldandı kendi kendine.

“Kendine yüklenme. O anın şoku ile yanlış bir suçlama yapman çok normal…”

Yeliz’in sakinleştirme çabası ters tepti. Kafasını kaldırıp, “Normal normal demeyi kesin ya,” diye bağırdı. “Yaşadığımız hiçbir şey normal falan değil!”

Cenk’e en yakın oturan Serkan, “Sakin ol sen de,” diye uyardı onu. “Hepimiz üzülüyoruz da, birbirimize girmenin zamanı değil. Ne yapacağız onu düşünmemiz lazım.”

Gamze çekinerek, “Mert’e söyleyecek miyiz?” diye sorunca, herkes o konuda en katı davranan kişi olan Cenk’e döndü.

“Defne’ye biraz zaman verelim,” dedi arkadaşlarına bakmadan. Beklemedikleri bir cevaptı bu. “Onun için Deniz ne anlam ifade ediyordu bilmiyorum ama… Şu an muhtemelen çok acı çekiyordur. Bir de böyle bir yüzleşmeye zorlayamayız bu haldeyken.” Kafasını kaldırıp, arkadaşlarına baktı. “Mert üç ay dayandı… Biraz daha dayanabilir.”

“Cenazede muhabirler falan vardı. Ya gazeteye Defne’nin fotoğrafı düşerse?”

Olayları yakından görmüş olan Ege, “Daha çok Rüya’yı çektiler,” dedi. “Defne’nin güneş gözlüğü ve şalı vardı. Fotoğrafı basılsa bile tanınmayabilir.”

“Yarın tüm gazeteleri toplar kontrol ederiz. Eğer öyle bir şey olursa da yeni bir plan yaparız artık.”

Saatlerdir hem Ege, hem de diğerlerinden Deniz için duydukları vicdan azabı ve pişmanlığı dinliyordu Ayça. Elinden hiçbir şey gelmediği için çaresizce düşünüp durmuştu. “Bugün işiniz var mı?” diye sordu birden. Kimseden ses çıkmayınca devam etti. “Mert’e görünmeden çıkabilir miyiz acaba?”

“Neden?”

“Deniz’i tanımıyorduk ama farkında olmadan hayatımızda büyük bir etkisi oldu. Tanışmadığımız birine nasıl veda ederiz bilmiyorum gerçi ya… İçimizdeki bu vicdan azabından kurtulmak için ona düzgünce veda etmemiz gerekiyor gibi geldi birden.”

Birkaç dakika sessizlik oldu. Ayça’nın sözlerini kendi kendilerine değerlendiriyor gibiydiler. Karton kutudan yapılma sahte zaman makinesinin içindeki Cenk, “Aklıma bir fikir geldi… Ama iki riski var,” dedi. “Bir, mezarlık görevlisine yakalanabiliriz,” derken nabız ölçmek için herkesle tek tek göz teması kurdu. “İki, çarpılabiliriz.”

Cenk’in neyi kastettiğini anlamayan Gökalp, “Mezardan mı çıkaracağız adamı?” diye bağırdı korku dolu gözlerle.

“Hayır be!” dedi Zaman makinesine eliyle vurarak. “Bunu yanımızda götüreceğiz”.

“Buzdolabı kutusundan bozma bir zaman makinesi ile ölü diriltmeyi mi hedefliyorsun?”

“Kanka bu gerçek değil. Biliyorsun değil mi?”

Cenk ayaklanıp, “Sembolik olarak götüreceğiz,” diye bağırdı arkadaşlarına. “Birkaç yıl geriye gidip, bunlar yaşanmadan önce yollarımız kesişmiş gibi onunla tanışalım. Sonra da tanıdığımız bu adama vedamızı edelim.”

Yeliz güldü. “Saçma…” dedi. “Ama eğer yattığı yerden bizi görebiliyorsa, bu salaklığımız onu güldürebilir.”

“Biraz korktum ben ama…” Gökalp bir kutuya, bir Cenk’e baktı. Saatlerdir acı içinde görünen arkadaşının, yüzünde beliren heyecanı kırmamak için geri adım attı. “Bize yakışır tek veda da böyle olur herhalde.”

***

Kucakladıkları kocaman kutuyla, mezarlığa gizlice girerlerken saat gece yarısına varmak üzereydi. Kalpleri o kadar hızlı atıyordu ki, binlerce atmayan kalbin ortasında tuhaf bir tezat oluşturuyordu. Titreyen bacakları ile Ege’nin gösterdiği yere doğru yürüdüler. Başucunda yalnızca bir tahtanın dikili olduğu mezar, daha gördükleri an hepsinin burnunun direğini sızlattı.

Ege, sabah olduğu gibi kalabalığa girmeden en arkada bekliyordu utanır gibi. Cenk ve Serkan kutuyu ellerinden bırakmadan, ne yapacaklarını bilmeden, en önde durdular bir süre. Sonunda kutuyu mezarın biraz ilerisine bırakıp, etraflarına çok bakmamaya çalışarak arkadaşlarının yanına geçtiler.

İçlerinde en çok korkan ve geldiklerinden beri fısır fısır dua eden Gökalp, “Bazen şöyle şeyler yapa yapa kafayı kıracağız diye çok korkuyorum,” dedi fısıltıyla. “Şizofreniye çok yakın bir şey bu, farkında mısınız?”

“Sana çoktan kafayı kırmadığımızı düşündüren ne?” Gamze’nin yerinde sorusuna kimse cevap veremedi. Duyduğu şüphe ile kafasını iki yana salladı. “Aklı başında insanın yapacağı bir şey mi sence bu?”

“Ben çok korkuyorum,” diye itiraf etti Gökalp. Titreyen ellerini arkadaşlarına gösterirken, “Bayılacağım şimdi,” dedi, kesik kesik nefes alıyordu.

“Sakin olun iki dakika, saygısızlık yapmayın,” diye yükseldi Cenk panik içindeki arkadaşlarına. “Elimiz ayağımız ters dönecek!”

Yeliz, Cenk’e hak vererek kafasını salladı. Durumu yatıştırmak ve esas amaçlarını herkese hatırlatmak ister gibi, “İlk ben başlayabilirim yine…” diye gönüllü oldu. “Kutunun içine girip, üniversite hazırlığa dönüyorum. O sırada son sınıf olan Deniz ile nasıl tanışırdım diye düşünüp sahte bir tanışma sahneliyorum… Değil mi?”

“Aynen aynen… Hadi, gir…”

Yeliz, Cenk’in kendisini ittirmesiyle birlikte, titreyen bacaklarını kontrol etmeye çalışarak karanlıkta parıl parıl parlayan kutuya girdi. Az önce aklına gelen mizanseni birkaç dakika düşündü. İçlerinde yeni insanlarla tanışmakta en az güçlük çeken oydu. Hele ki sosyal anlamda zayıf olan birini rahatlatma ve muhabbet açmada üstüne yoktu. Kendinden emin bir şekilde, “Tamam,” dedi. “Akışına bırak Yeliz…” Kutunun içindeki hayali düğmeye basıp, dört yıl öncesine gittiğini hayal etti.

Kafasında kurduğu yeni zamandan kopmamak için arkadaşlarına hiç bakmadan kutudan çıkıp mezarın yanına gitti. Zihnindeki tanışma sahnesinde, okulda tesadüfen aynı konferansa gitmişlerdi. Yan yana koltuklarda oturuyorlardı ve konferans henüz başlamamıştı. Bu detayları kafasında kurmuştu ama arkadaşlarına söylememişti, gerek olduğunu da düşünmüyordu. “Ben Yeliz. Senin ismin ne?” diye sordu çekingen biriyle konuşur gibi. Sanki karşısındaki boşluktan bir cevap gelmişçesine gülümseyerek kafasını salladı sonra. “Deniz… Güzelmiş.” Birkaç saniye onunla gerçekten tanışmış olsaydı ne söylerdi diye düşündü. “İnsanların isminin bir enerjisi olduğuna inanıyorum. Senin isminin enerjisini çok sevdim. Suyun doğurucu enerjisini almışsındır sen şimdi…” dedi içtenlikle. “Kesin yaratıcı birisindir. Ya yazıyorsun, ya çiziyorsundur…” Gözlerini, boşlukta, hayal ettiği o utangaç yüze doğru kaldırdı. “Doğru mu bildim?” Muhabbeti sürdürmek ne kadar zorsa, o anı hayal etmek bir o kadar huzurluydu. Kutuya girmeden önceki bütün korkusu, geçmiş gitmişti. Sebebini kendisi de anlamadı. Derin bir nefes alıp, “Konferans çıkışı birlikte bir kahve içelim mi?” dedi. “Sessiz, sakin bir kahveci biliyorum. Kimsecikler olmadan rahatça konuşabiliriz.” Ayağa kalkıp, çantasını sıkıca tuttu. “Konuşmacı geldi, susalım.” Gülümsedi. “Bu arada tanıştığımıza memnun oldum.”

Hayali tanışmasını bitirip, arkadaşlarının yanına gittiğinde, herkes hayran olmuş gibi bakıyordu ona. “Çok iyiydi,” dedi Gamze gülümseyerek. “Bence de kesin böyle tanışırdınız.”

“Aynen. Antin kuntin enerji muhabbetleri…” Cenk de etkilenmişti bu kadar kolay hayali bir sahne yaratmasından, alaycı tavrını fazla sürdüremedi. “Ama aramızda onun gibi biriyle en kolay iletişimi de sen kurardın.”

“Teşekkür ederim.”

“Sıra kimde?”

Yeliz’in akıcı hayali tanışma sahnesinden sonra korkusu ve gerginliği azalan Gökalp, “Ben yapmak istiyorum,” dedi. “Aradan çıksın bayılmadan…” Kutuya doğru ilerlerken, kafasında okulun kütüphanesinde olduklarını düşünmeye ve etrafının mezarlarla çevrili olduğunu aklından çıkarmaya çalışıyordu.

İçeri girdiğinde gözleri hâlâ kapalıydı. Kitapların kokusunu hayal etti. Sessizliğin, ölü insanlar yüzünden değil ders çalışan insanlar yüzünden olduğuna inanmaya çalıştı. Gözlerini açmadan, hayali düğmeye bastı.

Mezarın başına gittiğinde, hem korkuyor hem de utanıyordu. Elini cebine atıp, sanki karşısında biri varmış gibi “Selam! Mühendislik fakültesindeyim ben,” dedi. Kötü oyunculuğu yüzünden bütün cümleleri saçma bir tonda çıkıyordu ağzından. “Kütüphaneye pek uğramam da… Çizgi roman falan var mıdır burada?” Eliyle rasgele bir yeri işaret edip, “Şurada mı?” diye sordu. “Resimsiz kitap okuyamıyorum da… Önerdiğin bir çizgi roman var mı?” Deniz olsa ne önerirdi diye düşündü. İlk aklına geleni söyleyip, “Sandman! Duydum ama hiç okumadım,” dedi. “Mutlaka okuyacağım.” Gözleri doldu birden. Duygusal biri değildi aslında. O yüzden daha da utandı, kısa kesmeye karar verdi. “Yine karşılaşırız herhalde,” dedi hızlıca. “İyi çalışmalar... Ha, ben Gökalp bu arada… Senin adın neydi?” Kafasını sallarken, yanaklarından bir damla yaş süzüldü. “Memnun oldum Deniz,” dedi. “Sandman’i okuduktan sonra bulurum seni.”

Karanlıkta, gözlerinin yaşardığının belli olmamasını umuyordu ama onu gayet iyi tanıyan arkadaşları, ses tonundan bile anlamışlardı ağladığını. Normalde şaşırırlardı, ama o an herkes öyle bir ruh halindeydi ki kimse sorgulamadı bile.

Sonra Serkan devraldı zaman makinesini. Birinci sınıfta, okul kantininin düzenlenmesi için imza topladığı an gelmişti aklına. Önüne gelen herkesi imza atmaya zorlamıştı. Deniz ile de böyle tanışabileceklerini düşünüp, o anı canlandırdı. Arkasından Gamze girdi kutuya. Üniversitenin ilk yılında sık sık yanlış sınıfa girerdi, yer yön duygusu sıfırdı. Belki yanlışlıkla onun sınıfına da girerdim diye düşündü ve tanışmalarını bunun üstüne kurdu.

Ayça’nın yaşı tutmadığı için üniversiteden bir an seçmedi. Deniz’in yaşadığı yere en yakın yer, birkaç sene önce yarı zamanlı olarak çalıştığı süpermarketti. Oranın müşterisi olabilirdi, diye düşündü. Peynir tadım standında eline zorla peynir tutuşturdu, müdürünün satış stratejileri konusunda uyarıp, kendi indirim kuponunu kullanması için çalışan kartını verdi…

Ege, muhtemelen hastanede tanışacaklarını düşündü. Tıpkı Deniz gibi sık sık atak geçirip acillik olurdu çünkü. “Sedye komşusu,” diye girdi konuya. “Çok zor değil mi? Herkesin kolayca yapabildiklerini yapamamak… Sen de benim gibi şanssız hissediyor musun? Hissetme… Çünkü sen seni tanımayanları bile kendine hayran bırakan harika bir adamsın. Biz, ikimiz birbirimizden çok farklıyız değil mi? Beni tüm Türkiye tanıyor ama kimsede güzel bir yüz dışında bir etki bıraktığımı sanmıyorum. Seni idolüm olarak görüyorum… Senin gibi olmak istiyorum… İyi ki tanıştık Deniz. Her ne kadar sen farkında olmasan da tanıştığımızın…”

Kurdukları oyunu umursamadan, kalbinden geçenleri öylece söylemesi herkesi duygulandırmıştı. Arkadaşlarının yanına döndüğünde, Ayça onunla gurur duyar gibi sımsıkı tuttu elini. Sonra, sırasını ertelemek için sürekli başkalarını itekleyen Cenk’i dürttü.

Kendisini hazır hissetmese de artık kaçarı kalmadığı için kutuya girdi Cenk. Duygusaldı o an, ama ne söyleyeceğini bilmiyordu. Gerçekçi olmaya karar verdi zaman makinesinden çıkarken. Mezarın başına gittiğinde, hemen en gevşek hali gibi davranmaya çalışarak, “Kanka burada şöyle uzunca bir herif gördün mü ya…” dedi. “Elinde fotoğraf makinesi ile manyak manyak hareketler yapan birini…” Kafasını uzakta belirsiz bir noktaya doğru çevirdi, mezara bakmaya devam edemediği için. “En yakın arkadaşım o benim. Beni atlatıp yeni tanıştığı kızların peşinden gitti hıyar…” Gerçekçi olması için gevşek tavrını sürdürmeye çalışıyordu ama ağırlaşan göğüs kafesi yüzünden giderek zorlaşıyordu bunu yapmak. “Oturabilir miyim şöyle ya… Koşuşturmaktan ciğerlerim acıdı.” Bunu öğrencilik hayatında hep yapardı. Ansızın birilerinin masasına çöker, onlarla emrivaki sohbetler ederdi. “Rahatsız etmiyorum değil mi?” diye sordu. Deniz’i gözünde canlandırmaya çalışırken, gözlük taktığı geldi aklına. “Gözlükler kaç numara, deneyeyim mi bi’ kere?” Ne zaman gözlük takan birini görse, böyle yapardı çünkü. Elindeki hayali gözlüğü yüzüne takar gibi yapıp, “Ooo, sen bunlarla nasıl görüyorsun ya… Kırk beş numara falan mı gözlerin? Keşke benim de gözlerim bozuk olsa. Görmek istemediğim insanların yanında gözlüksüz otururdum. Doğal sansür…” Ağzından çıkanları duyması, sosyal ilişkilerde ne kadar can sıkıcı biri olduğunu anlamasına sebep oldu. Sanki Deniz bunları duysa kaçarmış gibi geldi. “Kalkma dur ya… Ne güzel sohbet ediyorduk,” derken birden olduğu yere çöktü. Ellerini yüzüne kapatıp, “Yapamayacağım,” dedi ağlamaklı. “Muhtemelen beni tanısa benden nefret ederdi. Tam da benim gibi tipler yüzünden kaçıyordu belki insanlardan.”

“Cenk, hayır,” dedi arkadaşları onu cesaretlendirmek için. “Devam et!”

“Tamam…” deyip, olduğu yerden kalkmadan doğrudan mezara baktı. “Kanka ben arkadaşıma sallıyorum iki saattir ama… Asıl hıyar benimdir. Eğer bir gün durumu yanlış anlar da, haksız yere bir şey için seni suçlarsam beni affedeceğine söz ver. Anlamadın mı? Ben de genelde kendimi anlamıyorum. Sıkıntı yok.” Ayaklandı. “Tanıştığımıza memnun oldum bu arada. Ama şimdiden uyarayım çok yapışkan biriyimdir, beni görünce kaç. Yoksa çok fena darlarım seni. Haberin olsun.” Geriye doğru bir adım atıp, “Adımı söylemedim. Cenk ben,” dedi. “Seninki Deniz, defterin üstünde gördüm attım hemen hafızaya…” Gülümsedi. “Görüşürüz.”

Arkasını döner dönmez, kendilerine çekip sımsıkı sarıldılar arkadaşları Cenk’in boynuna. Tir tir titriyordu. Duygularını bastıran biri için, kurduğu aptalca cümleler bile öyle zordu ki hepsi onu rahatlatmaya çalıştı bir süre. Nihayet kendini geri çekip, iyi olduğunu söyleyince hepsi son adım için el ele tutuştular. Artık Deniz ile tanışıyorlardı. Ve ona veda etmeye hazırdılar.

“Umarım huzur içindesindir Deniz,” dedi Yeliz.

Serkan, “Umarım cennetten bizi izleyip, geri zekâlılığımıza gülüyorsundur,” dedi gülümseyerek.

“Bir daha dünyaya gelirsen eğer, umarım bu defa gerçekten tanışırız.”

“Eğer insanlar bir defa yaşıyorsa sadece, umarım cennette karşılaşırız.” Gökalp, tekrar ağlamamak için şakaya vurarak, “Ben şahsen iyi bir insanım, o yüzden cennete gitme ihtimalim buradaki herkesten yüksek,” dedi. “O yüzden bunları bilmem ama benimle karşılaşırsan orada, mutlaka arkadaş olalım. Olur mu?”

“Özür dilerim Deniz. Biliyorum, sana içten içe sinir olduğumu bile bilmiyordun ama… Olsun. Birkaç günlüğüne de olsa, içimde hak etmediğin bir hisle seni yan yana tuttuğum için özür dilerim.” Cenk, tuttuğu iki eli de sıktı. “Huzur içinde yat. Ailenle sonsuzlukta, mutlulukla kal.”

“Yaşayamadığın her yaşın, sana cennette ödül olarak verilir umarım.”

Mezarlıktan ayrılırken hepsinin üstünde garip bir huzur vardı. Bir kez dahi konuşmadıkları bir adamın, hayatlarını bu denli değiştirmesinin hayreti; yerini, mucizevi bir şey yaşıyoruz, hissine bırakmıştı. Yanlarına almadıkları zaman makinesi mezarın başında öylece duruyordu, sanki Deniz kalkıp zamanda yolculuk yapabilirmiş gibi… Artık her şey mümkün görünüyordu onlara.

İçlerindeki karmakarışık ve hafiften tatlı duygularla evlerine dağılırken, Cenk tek kalmak istemediğinden Ayça ile beraber Mert’in yanına gitti, Ege ise aklının tamamının kaldığı Rüya’nın evinin önüne…


***


Üstünde Deniz’in hırkası vardı hâlâ. Kocaman oturma odasında, minik bir halının ortasına oturdu. İki yıl öncesinin tarihi olan günlüğü kucağına açtı. Küçücük el yazısını gördüğünde, gözleri doldu. Yıllar önce el yazısını ilk gördüğü anki şaşkınlığı geldi aklına. Parmaklarını pirinç tanesi kadar olan harflerin üstünde dolaştırdı. Dokunduğu an, okumasına bile gerek kalmadan, yazılan her şeyi ta içinde hissetti. Küçük günlük rutinleri, iş arkadaşları hakkında yazdığı tatlı yorumlar, hayata dair görüşleri… Minik harfleriyle, yine kendine has zihin yapısı ile öyle güzel şeyler yazmıştı ki ilk gün nasıl etkilendiyse, yine öyle çarpıldı.

Aklı da hiç değişmemiş, diye geçirdi içinden her sayfada. Yaşarken, bir zaman kapsülü gibi hiç değişmeden, olduğu gibi saklamıştı sanki geçmişi. Farkında olmadan, ağlamaya başladı bunu düşünürken. Çünkü tıpkı gerçek zaman kapsülleri gibi, o da gömülmüştü. Tıpkı zaman kapsülleri gibi, yeni hiçbir anı biriktiremeyecekti artık. Ve içine sığdırdığı kadarından fazlası hiçbir zaman olamayacaktı.

İlk defter bittiğinde, kapağını kapatıp dakikalarca düşündü. Kendi saati tıkır tıkır işlerken, onun akrep ve yelkovanı dünde kalmış ve bir daha asla hareket etmeyecekti. Kendisi yaş alacak, o alamayacaktı. Gün gelecek anne olacak ve çocuğu bir gün Deniz’in yaşına gelecekti. Düşündükçe daha da çekildi içine zamanın. Ne tuhaftı yaşam denilen şeyin, akrep ve yelkovanın kovalamacasından ibaret olması.

“Kum saatinin içine hapsolduk, kumlar üstümüze düşerken boğulacağımız günü bekliyoruz sanki…” Böyle demişti bir konuşmalarında Deniz.

Şimdi tam olarak, dediği şeyi yaşıyordu işte.

Nefesi kesildi. Sırtını duvara yaslayıp, beceriksizce birkaç derin nefes çekti içine. Sanki görünmez kum saatinin, hayali kumları onun da üstüne düşüyor ve nefesini kesiyordu. Buz kesmiş parmak uçlarını, şakaklarına dokundurdu. İnce derisinde serinliği hissedince, içinde kaybolduğu aklını birkaç saniyeliğine de olsa toparladı. Ayakucundaki ikinci günlüğü çekti önüne hemen. Kendi kendine konuşmak yerine, Deniz’in geçmişteki hayaleti ile konuşmak istiyordu.

Hayatında fazla bir şey olmadığından günlük rutinleri ve sıcacık fikirleri ile dolu olan ilk günlüğün aksine bu defter, hastalığını öğrenmesi ile başlıyordu. Yaşadığı üzüntü, tedavisi için çaresizce ve tek başına çözüm araması… Sonra öleceğini kabul etmesi ve ardından yaşadığı varoluş sancıları…
Kafasının içindeki acıdan kaçarken, daha büyüğüne toslamış gibi daha da şiddetlenen ağlaması ile sayfaları tek tek okudu. “Keşke yanında olabilseydim,” dedi her sayfada. “Keşke ilk beni arasaydın Deniz…”

Günlüğün ortalarına doğru bir fotoğrafçının bahsi geçmeye başlıyordu. Sonunda Defne hikâyeye dâhil oldu, diye geçirdi içinden. Nedenini bilmiyordu ama ağlaması birden kesildi. Anlayamadı.

Yalnız bir adamın yalnız günlüğü, birden iki kişinin tanışma öyküsünün anlatıldığı romantik bir maceraya dönmüştü. Sanki artık yalnız değildi defteri yazan adam. Belki de, hikâyenin tam burasında onun yerinde olmak istemişti... Metroda panik atak geçirdiği ve Defne’nin onu hastaneye götürdüğü kısımları okurken istemeden de olsa kendi tanışmalarıyla kıyasladı. Birçok yönden benziyordu iki hikâye. Tek fark; sekiz yıl önce Deniz kendisi yüzünden hastanelik olmuştu, okuduğu hikâyedeki kız ise ona yardımcı olmaya çalışıyordu.

Çevirdiği her sayfada, Deniz’den çok Defne vardı artık. İçten içe duyduğu pişmanlık, küçük bir kıskançlıkla karıştı. Bastırmaya çalıştığı bu his, Deniz’in giriş cümlesinin değiştiği yere geldiğinde iyice şiddetlendi. Sayfalar artık, sevgili günlük, diye başlamıyordu…
Sevgili Defne,

Eğer ben öldükten sonra günlüklerimi okumak istersen, artık böyle sana seslenir gibi yazıyor olmama şaşıracağını tahmin ediyorum. Doğru mu bildim? Şaşırma...

Farkında olmadan, nefes alan ve yaşadığım her anı aklına kazıyan bir günlüğe dönüştün sen benim için. Eskiden günlük tutma sebebim, konuşacak kimsemin olmamasıydı. Hatırlanacak elle tutulur pek anım olmadığından günlük tutmak da anlamsızdı benim için. Hem, öldükten sonra her şeyi hatırlayacağımı söyleyip duruyorsun. Orada günlüğe ihtiyacım olmaz değil mi?

O yüzden artık kalan her günümü senin için kaydedeceğim. Ardımda bıraktığım tek kalıcı hatıraya… Tek arkadaşıma…

***

Sevgili Defne,

Bugün ağrılarım arttığı için sürekli uyudum. Uykumda bile, senin beni koruduğunu bilerek… Rüyalar gündelik hayatların izdüşümüdür değil mi? Benim rutin hayatım senden önce öylesine boştu ki, rüya bile görmezdim. Ama artık rüyalarımda seninle koşuyoruz, eğleniyoruz, hatta kalabalıkların arasında rahatça yürüyoruz… Biz uyurken ruhumuzun gezintiye çıktığı da söylenir. Artık kalabalıktan korkmuyor muyum acaba? Yani en azından rüyalarda… Bence öyle.

Bedenim giderek güçsüzleşirken, ruhum sayende giderek özgürleşiyor.

O kadar minnettarım ki sana…
***
Sevgili Defne,

Seni ağlarken gördüm bu sabah. Neden ağladığını sormaya çekindim. Sebebi nedir bilmiyorum ama, canım çok acıdı. Keşke senin bana yaptığın gibi ben de seni neşelendirebilsem. Keşke hep o özlemini duyduğun ve yaratacağına emin olduğum kendine ait dünyana seni sırtımda taşıyabilsem. O kadar isterdim ki…

Sen hep gül Defne.

Gülümsemen yeni dünyan olsun.
***
Sevgili Defne,

Bana bisiklete binmeyi öğrettiğin için teşekkür ederim. Dört tekerlekli bisiklete bindiğimde beş yaşındaydım. Korkularım da yaşımla birlikte büyüdüğünden, o iki fazla tekerlek hep ayaklarımda ağırlıktı.

Artık daha hafifim.

Artık, daha az korkuyorum.




***
Sevgili Defne,

Korkuttum seni bugün değil mi? Ben de korktum. Ambulansta elimi tutarken ağlıyordun. Bu defa gözyaşlarının sebebini biliyordum ama elimden ölmemek için dua etmekten başka bir şey gelmiyordu. Neyse ki başardım, değil mi? Kaç gün daha kazandım bilmiyorum, ama başardım… Son gördüğüm şey gözyaşın olsun hiç istemedim.
***
Sevgili Defne,

Bugün tam üç ay oldu seninle tanışalı. Hayatımın ne denli değiştiğini sana anlatmaya kalksam, dilim dönmez. Buraya yazmaya kalksam, beceremem. Sana söylemedim ama, bugün, ölüyorum sandım bir an. Gücüm tükenmiş, nefes almaya takatim kalmamış gibi oldu. Ama sonra sen elinde listemizle geldin, son iki madde kaldı, dedin heyecanla… Güçlü bir nefes çektim içime o an.

O nefes, senin içindi.
***
Sevgili Defne,

Bugün doğum günümdü. Uzun zaman sonra ilk kez biri benim için pasta yaptı. Geçen gün içime çektiğim güçlü nefesin kalan yarısını da mumlarımı söndürmekte kullandım; değerdi… Bir yaş daha alamayacak olma fikri canımı acıtsa da çok mutlu oldum. Hediyeni gördüğümde hüngür hüngür ağlamak istedim, ama yanlış anlamandan korkup tuttum kendimi. Üç ayda, çocukluk hayallerimi bile gerçekleştirmeye çalışmanın benim için ne demek olduğunu sana nasıl anlatırım bilmiyorum…

İlk gün, seninle sohbet ederken, annemle babamın seni bana yolladığını düşündüğümü söylemiştim hatırlıyor musun? Artık eminim. Sen, onlar tarafından bana yollanmış bir meleksin.

Defne… Biliyorum, bunu söylemem bencillik olacak. Hele ki bunları ben öldükten sonra okuyacağını düşünürsek… Ama ölüme giderek yaklaşırken, içimde hiçbir şey kalsın istemiyorum. Güçsüz kalbim, belki de haddi olmadan, sana karşı bir şeyler hissetmeye başladı. Bazen sana duyduğum minnettarlığa yorduğum o şiddetli his, sanırım aşktan başka bir şey değil artık.

Bunu yüzüne hiçbir zaman söyleyemeyeceğim. Gözlerimi kaçırmadan gözlerine bakamayışımın sebebi de bu. Çünkü gözlerimiz ne zaman birbirine değse, dilimin ucuna gelen aşkım yüzünden kalbim patlayacakmış gibi oluyor. Artık bu denli bir ağırlığı kaldıracak güçte de değil… O yüzden, ölene kadar gözlerimi kaçırmaya devam edeceğim. Alınma, olur mu?

Daha önce aşkı bir kere tattığımı düşünüyordum. Ölmeden de bir daha olmaz sanıyordum ama…

Oldu işte. Belki de ilk seferinden daha şiddetli… Daha güçlü… Daha derin…

Belki de bedenim giderek güçsüzleştiği için öyle geliyordur. Bilmiyorum…

Bildiğim tek şey, hayatımda ilk kez böyle hissettiğim. Ve bu hissin, kaç gün olduğunu bilmesem de ömrümü uzattığı…

Teşekkür ederim Defne.

Öldüğümde de seni sevmeye devam edeceğim. Sevdiğim son insan kalbimdeyken gömülürsem, böyle olur değil mi?

Defteri kapatıp dizlerine koyduğunda, yüzü beton gibiydi. Son sayfalara doğru ağlamaya başlamış, Deniz’in yazdığı son cümleler, içinde çok özel bir yere hapsettiği o âşık ve heyecanlı genç kadını incitmişti. Onun ilk ve son aşkı olduğunu düşünüyordu hep. Onu keşfeden ilk kâşif, onun korku dolu kalbine dokunmayı becermiş tek kişi olduğunu sanıyordu. Yanılmıştı. Yanıldığını, içinde hâlâ kocaman bir yer kapladığını fark ettiği ve artık nefes almayan eski aşkına yas tutarken anlamıştı üstelik. Bütün duyguları öyle bir düğüm oluşturmuştu ki içinde, bin kilo birden ağırlaşmış gibi hissediyordu.

Oturduğu yerden kalkıp, günlükleri kanepenin üzerine bıraktı düzgün bir şekilde. Camın önüne gidip, perdeyi sonuna kadar açtı. Amacı, biraz olsun temiz hava almaktı ama daha pencereyi bile açmadan gördü dışarıdaki adamı. Hiç düşünmeden, cebinden telefonunu çıkarıp numarasını çevirdi. Telefon açıldığında, kaldırımda oturan ve muhtemelen görünmediğini zanneden Ege’ye, “Sokağımda mı bekliyorsun?” diye sordu.

“Yok… Beklemiyorum,” dedi Ege. Ama yalan söylediği o kadar belliydi ki, hemen “Evet…” diye itiraf etti.

“İçeri gel. Kapıyı açıyorum.”

Ege yukarı çıkarken, üstündeki hırkayı çıkardı ve günlüklerin üzerine örttü. Kendini içine düştüğü acılı senaryoda, yabancılaştırmaya ve acıları ile böyle baş etmeye çalışıyordu. Ağlamaktan şişen gözleri, öyle ağırlık yapıyordu ki kapının çalmasını umursamadan hızlıca gidip yüzüne soğuk su çarptı. Zilin sesi, banyoya dolarken aynadaki yüzüne bakıp, “Aptalsın,” dedi kendi kendine. “Ve hep aptal kalacaksın.”

Banyodan çıkıp kapıyı açtı. Ürkek tavırları ile kapının önünde öylece duran Ege’yi içeri alıp oturma odasına geçti ayaklarını sürüyerek. Kanepeye, defterlerin yanına bıraktı kendini boş bir çuval gibi.

Ayakta ne yapacağını kestiremeyen Ege, çekinerek Rüya’nın tam karşısındaki koltuğa emanet gibi ilişti. Onunla göz teması kurmayı bekledi söze girmek için, ama olmadı. O kadar dalgın görünüyordu ki aklını okumaya kalksa kaybolurdu. Daha fazla dayanamayıp, “Sana bir şey itiraf etmem lazım,” dedi. “Defne ile ilgili…”

Birden kafasını kaldırdı Rüya. Kaşlarını çatıp, “Defne ile mi ilgili?” diye sordu hayretle.

“Evet… İçim içimi yiyor dün geceden beri…” Anlatmaya nereden başlayacağını bilemeden, “Çok yakın bir arkadaşım var. Ayça…” diye geveledi çekinerek. “Eski sevgilim aslında… Ama sonra arkadaş olduk.” Konuştukça paniği daha da büyüdü. “Ayça’nın karşı komşusu… Defne’nin erkek arkadaşıymış.”

“Ne?”

“Üç ay önce birden ortadan kaybolmuş Defne. Üç aydır haber alamıyor çocuk ondan…”

“Kafamı karıştırıyorsun…” dedi kaşlarını daha da çatarak. “Ne demek şimdi bu?”

“Biz de tam sebebini bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, evlenmelerine çok az bir süre kala birden ortadan kaybolduğu…”

“Şu an haberi var mı peki sevgilisinin?”

“Yok… Daha söyleyemedik.” Kafasını iki yana salladı. “Nasıl söylenir bilemedik daha doğrusu… Hem Defne şu an yas sürecinde olduğundan…”

Kafası birçok şey yüzünden karışıktı zaten. Duyduklarını, yaşadıklarının içine oturtup mantığını çözmeye çalışması boşa olacaktı. “Anladım,” dedi sadece. “İyi yapmışsınız.”

Onun bu alelade tepkisi Ege’yi daha da endişelendirdi. Oturduğu koltuktan inip, dizlerinin üstünde Rüya’nın ayakucuna geldi. “Sen iyi misin?” diye sordu elini tutarken.

“Değilim… Hem de hiç…” Ege’nin elini sıktı güç almak ister gibi. “Deniz’in ölümü zaten yeterince sarsmıştı. Ama sonra geride bıraktığı günlükleri okuyarak kendime iyice işkence çektirdim.”

“Ağır gelmiş olmalı…”

“Çok ağır geldi… Hem onun cümleleri ile hastalığını ve çektiği acıları okumak…” Gözlerini kaçırdı. Hayal kırıklığının görünmesini istemiyordu. “Hem de Defne’ye âşık olduğunu öğrenmek…”

“Ne?”

Ege, duyduğu şey ile şok olmuştu ama Rüya’nın umurunda bile değildi. Saatledir susmayan iç sesi, söze dönüşmek istiyordu çünkü. Oturduğu kanepeden yavaşça aşağı indi.

“Biliyor musun? Hayatım boyunca hiç kimse en çok beni sevmedi,” dedi, dizleri birbirlerine değerken. “Hani tek bir arkadaşın olur, ama bilirsin ki ikiniz de en çok birbirinizi seviyorsunuzdur… En yakın arkadaşın kim diye sorduklarında birbirinizi söylersiniz.” Ağlamamak için, gülümsemeye çalıştı. “Benim çevremde hep çok fazla kişi oldu. Hep kalabalık arkadaş gruplarındaydım okul hayatım boyunca. Ama hiçbir zaman kimsenin en sevdiği arkadaşı olmadım. Herkesin hep, benden daha çok sevdiği bir arkadaşı vardı mutlaka.” Kafasını yere eğdi. Saçları yüzüne düşerken, sesini olabildiğince alçaltarak utancını gizlemeye çalıştı. “Bir keresinde sarhoş olup ağlayarak bir arkadaşıma söylemiştim bunu. O da bana unutamayacağım bir cevap vermişti.” Yanağından bir damla yaş süzüldü o cümle aklına geldiğinde. “Kimse senin yalnız kalabileceğini ya da en çok kendilerini sevebileceğini düşünmüyor bence…” Kafasını iki yana salladı. “Sürekli neşeli, sürekli enerjik… Herkesle arkadaş olmayı başarmak bazen seni daha da yalnız bırakıyor sanırım.” Anlattıkça azalıyordu utangaçlığı. Kafasını kaldırıp, Ege’nin gözlerine baktı. “Ailemde de öyle…” dedi. Sesi, daha çok çıkmaya başladı birden. “Üç kardeşiz. Ben ortanca çocuğum. Ne ilk göz ağrısıyım, ne evin küçük kızı… Büyükannemlerin sekizinci torunu falanım. Hiç bir özelliğim yok.” Küçük bir kız çocuğunun çok ağladıktan sonra yapabileceği şekilde başının hareketine engel olamadan iç çekti. “Deniz ile tanıştığımda, onu ben keşfetmişim gibi gelmişti. Onun içinin ve dışının güzelliğini fark eden ilk insan… O kadar yalnızdı ki, en çok sevdiği kişi bendim. İlk kez birinin en sevdiği kişi olmak bana öyle iyi hissettirmişti ki… Altı yıl geçti, biliyorum. Bu hissi nasıl benimsemişsem artık, ölürken de hayatının en büyük aşkı olduğumu sanıyordum. Ama günlüklerinde adım bir kere bile geçmemiş. Herkes televizyonda anlattığım müthiş aşk hikâyesini konuşuyor. Hâlbuki o hikâyedeki adam, kalbinde başka bir büyük aşk hikâyesi ile gömüldü.” Son cümleleri, söze dökülünce daha da kötü geldi kulağına. Kendisine kızar gibi, “Ne kadar bencil biriyim değil mi?” diye sordu. “O şimdi toprağın altında, ben oturmuş kendi acınası halimden dert yanıyorum.”

“Hepimiz benciliz,” dedi Ege, kulağa hiç de iyi gelmeyeceğini bilse de… Hâlâ avuçlarında olan Rüya’nın ellerini sıktı. “Ben de şu an en çok seni düşünüyorum mesela. Deniz’in cenazesinde bile ondan çok senin için üzüldüm. Ben de mi kötü biriyim?”

Rüya gülümsedi. Belki kulağa iyi gelmiyordu ama kalbine iyi gelmişti işittikleri.


***


Güneşi çalınmış, soğuğu tam bahşedilmemiş, arada kalmış bir sonbahar gününde daha önce hiç gitmediği bir tepedeydi. Kendisi de, tıpkı o mevsim gibi hissediyordu içten içe. Güneşi yoktu, ama artık eskisi kadar üşümüyordu içi. Neşeli değildi ama mutsuzluğunu kanıksamıştı. Zamana da bırakmıyordu artık. Zaman, işkencesinin bir unsuruydu. Bunu çoktan kabul etmiş, günleri saymaktan vazgeçmişti.

Eskisi kadar soru sormadığından, şehri ayaklarına oturtmuş o tepede sırt üstü yatarken asla sesi çıkmıyordu. Saçları, onun gibi yere uzanmış olan Ayça ve Cenk’in saçlarına değiyordu ve aralarındaki tek diyalog bu minik temastı.

Cenk kafasını usulca salladığında, üçünün saçları arasında minik bir elektrik akımı oluştu. Ayça kıkırdadı, Mert gülümsedi. Hayatında tanıdığı en çok konuşan iki kişinin saatlerdir susması garipti ama ısrarla ilk cümleyi kurmuyordu. Sanki konuşsa, hoşuna gitmeyecek bir şey duyacakmış gibi hissediyordu.

İzledikleri gökyüzü, yavaş yavaş kara bulutlarla kaplanırken, “Yağmur yağacak,” diye mırıldandı Ayça. İlk damla burnunun ucuna düştüğünde, yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. O gün, Mert’in de kara bulutları öyle akıtacaktı bütün yaşlarını ve güneşi ortaya çıkacaktı; öyle umuyordu en azından. Yağmur şiddetini artırırken, gözlerini kapattı. Sabahtan beri ağlayası vardı ama korkuyordu. Ağlasam da artık belli olmaz, diye geçirdi içinden.

Gökyüzü, neyi var neyi yoksa üstlerine sicim gibi akıtırken, üçü de sessizce yatmaya devam ettiler. Yüzündeki ıslaklığı eliyle kurulamaya çalışıp, “Akşam seni bir fotoğraf sergisine götüreceğiz,” dedi Cenk.

Artık, hiçbir şeye direnmeye gücü yokmuş gibi hissediyordu. Direnmedi. Gözlerini kapatıp, “Ne sergisi?” diye sordu Mert, laf olsun diye.

“Ne ile ilgili olduğunu kimse bilmiyor… Ama sergiye gidenlerin aydınlanma yaşadığı söyleniyor.”

“En çok merak ettiğin soruların cevabını bulabiliyormuşsun diyorlar…” diye katıldı Ayça Cenk’in yalanına.

Mert, kendi kendine güldü. En çok merak ettiği sorunun cevabını tek bir kişi hariç kimse vermezdi çünkü.

Sırtının altındaki toprak giderek çamurlaşırken, kendini güçlükle yerden çekip doğruldu. “Ama sergiye girmeden önce yapılması gereken bir ritüel var…” dedi Cenk. “Buraya da o yüzden geldik aslında.”

Ayça da yattığı yerde doğruldu ve onaylar gibi kafasını salladı. Hiçbir şey anlamadan onlara bakan Mert’e, doğrulabilsin diye elini uzattı.

Kendisine uzanan çamurlu eli hiç düşünmeden tutup yattığı yerden kalktı. “Siz yine ne işler karıştırıyorsunuz?”

“Bize güveniyor musun?”

“Güveniyorum.”

“O zaman bize eşlik et…”

Tepenin en ucuna yürüdüler. Tüm şehir ayaklarının altındaydı. Gözlerinin görebildiği her yer hafif bir sisle kaplıydı. Yağmur aynı şiddetle dövüyordu sırtlarını. Mert, arkadaşlarının tuhaf tavırları yüzünden içten içe korkuyordu. Derin bir nefes çekti içine ama endişesini dağıtmaya yetmedi.

Cenk, aklının karıştığını fark ettiği arkadaşını o ana döndürmek için elinin tersi ile eline dokundu yavaşça. “Sergiye gitmeden önce bütün öfkemizi atmamız lazım.”

“Ritüel şu…” Ayça avucunu açıp, elini ileri uzattı. Yağmur, avuçlarına düşerken parmaklarını sımsıkı kenetleyip yumruk yaptı. “Şu an avucumda öfkemi tutuyorum… Sonra öfkemin kaynağı olan kişinin adını söyleyip öfkemi buradan aşağı atacağım.” Yüzünü uçuruma çevirip, “Şekilci oldukları için beni hiçbir işlerinde oynatmayan ve her fırsatta beni küçük gören bütün yönetmenler ve yapımcılar…” diye bağırdı. Ardından kocaman bir çığlık atıp elini açtı ve avucunda tuttuğu görünmez öfkesini tepeden aşağı attı.

Mert şaşkınlıkla ona bakarken, Cenk aniden, “Lisede aşkımı itiraf ettiğimde yüzüme kahkaha atan Pelin,” diye bağırarak tıpkı Ayça’nın yaptığı gibi avucundaki öfkesini boşluğa fırlattı.

“Hakkımı aradığım için bana kafayı takan ve beni dört yıl dersinden geçirmeyen coğrafya öğretmenim!”

“Her fırsatta annemi aldatan ve bana sevgisini hiç göstermeyen babam!”

“Bana sürekli kilo vermemi yoksa kimsenin beni sevmeyeceğini söyleyen annem!”

Art arda bir sürü isim sıralayarak, öfkelerini fırlatıp atan Ayça ve Cenk, ortalarında donmuş bir halde onlara bakan Mert’e döndüler. Sıranın kendisinde olduğunu belli etmek ister gibi, iyice sokuldular yanına.

Neden böyle bir şey yapmaları gerekiyordu ya da o sergide onu ne bekliyordu hiçbir fikri yoktu. Ama arkadaşlarının çığlıkları ve somutlaştırıp omuzlarından attıkları öfkeye şahit olmak ona tuhaf bir cesaret verdi. Avuçlarını gökyüzüne çevirdi. “Hâlâ aptal gibi Defne’yi bekleyen ben…” dedi cılız bir sesle. “Hâlâ aptal gibi ona âşık olan ben…” Avucunu sıktı. “Metroda, onu tek başına su almaya yollayan ben…” Diğerlerinin aksine, avuçlarındaki öfkeyi usulca bıraktı rüzgâra, bağıramadı da…

Mert’in kendine duyduğu öfkenin haksız olduğunu biliyorlardı. Ama en azından biraz olsun hafiflemesini istemişlerdi. Çünkü gerçekleri öğrendiğinde öyle şiddetli bir hayal kırıklığı yaşayacaktı ki, kalbi hepsini birden kaldıramaz diye korkmuşlardı.

Cenk, Mert’in elini tuttu. “Geçecek…” dedi. “Bütün öfkemiz dışarı çıkıp içimizi rahat bıraktığında, iyileşeceğiz.”

Ayça da aynısını yapıp, yağmurdan ve soğuktan buz tutmuş elleri ile Mert’in elini kavradı. “Birbirimizi iyileştireceğiz…” dedi tebessümle.

Mert’in atamadığı çığlık, Cenk’in içine dert oldu. “O son çığlık da atıldığında kuş kadar hafif olacağız,” dedi. Ardından arkadaşının yerine tüm şehri inletecek bir çığlık attı ve Ayça’nın gözünün içine baktı. Mesajı aldığı an, o da tüm gücüyle bağırdı.

“Daha yüksek,” dedikçe Cenk, “Daha yüksek!” Ayça daha kuvvetli çığlık attı.

Mert, neden paramparça hissettiğini bilmiyordu ama arkadaşlarının bu çabası onu her saniye daha da üzüyordu. Derin bir nefes aldı. Atamadığı çığlık, boğazına bir yumru olarak oturmuştu.

Hâlâ avuçlarında olan eli tüm gücüyle sıkıp, “Attığın her adımda… Verdiğin her kararda arkandayım,” dedi Cenk, “Suçlu olsan bile yanında durup, haklıydın diyeceğim.” Mert’in elini bırakıp bir adım geri çekildi. Kollarını iki yana açıp, “Bizi yargılamak için sıraya girecekler zaten… En azından biz birbirimizi savunalım,” diye bağırdı. “Söz mü?”

“Söz,” dedi Ayça. Mert, konuşacak gücü olmadığından sustu. Ama içinden, söz, diye geçirdi. Cenk’in içini okuduğundan emindi zaten.

“Yarın sabah nasıl bir hisle uyanırsan uyan…” diyerek can dostuna sımsıkı sarıldı. Islak ceketine yüzünü yasladı. “Neye karar verirsen ver… Sadece söylediklerim hep aklında olsun. Tamam mı?”

“Korkuyorum… Korkutuyorsunuz beni…” dedi Mert, titreyen sesiyle.

“Kork.” Daha sıkı tuttu arkadaşını düşmemesi için. “Seninle birlikte biz de korkacağız.” Ayça’ya uzanıp, onu da aralarına çekti. Üçü, yağmurun altında dakikalarca öylece durdular. Ayça ve Cenk biliyordu korkularının sebebini. Mert de öğrenecekti.

***

Onlarca muhabir, kameralarını galerinin girişine çevirmiş, sergiden çıkanları görüntülüyorlardı. İnsanlar ellerinde telefonları ile kapıda durmuş, içeriden taşan kalabalığın arasından dışarı çıkmaya çalışan Rüya ve Ege’nin fotoğraflarını çekiyordu. Mert, istemsizce olduğu yerde durdu. İçten içe o sergide kendisi ile alakalı bir şey olduğunu biliyordu ama gözünün önündeki tablo o kadar garipti ki afalladı. “Burada mı sergi?” diye sorma gereği duydu inanamayarak. “Neden bu kadar kalabalık, neden kameralar var?”

“Rüya ve Ege de davetliydi. Onları görüntülemeye gelmişlerdir,” dedi Cenk. Aslında insanların onlardan çok, birkaç ay önce televizyonda anlatılan hikâyenin devamını merak ettiklerini söyleyemedi.

Mert, küçük adımlarla kapıya doğru yürümeye başlayınca, Ayça ve Cenk de ona ayak uydurdu. İkisinin de gözü muhabirlerdeydi. Soracakları sorularda Defne’nin adı geçmesin diye içlerinden dua ediyorlardı. Sergiye girmeden, olayları doğal akışında görüp kendi başına çözmeden, duysun istemiyorlardı.

Arkalardan bir muhabir, “Rüya Hanım, sergiyi açan kişinin Deniz Bey’in hayattaki son sevgilisi olduğu doğru mu?” diye sordu bağırarak.

Hemen önündeki, “Herkes Deniz Bey’i sizin büyük aşkınız olarak biliyor, ama sergiden çıkanlar başka bir aşka tutulmuş olduğunu söylüyor. Ne diyeceksiniz?” diye sordu imalı imalı.

Gerginlikten tüm vücudu kasılan Ayça, Ege ile göz göze geldiğinde bir nebze olsun rahatlamış hissetti kendini. Onun da kalabalıktan bunaldığı anlaşılıyordu, el sallayarak güç bela selam verdi uzaktan. Yanlarına gelmek istediği belli olsa da yüzüne doğrultulmuş mikrofonlar yüzünden, beceremiyordu.

Rüya, canını acıtan sorularla boğuşurken Ege’nin birilerine el salladığını fark etti, gözleriyle takip edince gördüğü üç kişi arasından, şaşkın şaşkın etrafına bakınan Mert dikkatini çekti en çok. Onun, Ege’nin bahsettiği kişi, yani Defne’nin eski sevgilisi olduğunu hemen anladı. Suratına zumlamış kameraları umursamadan, Mert’e ısrarla bakarak göz teması kurmaya çalıştı. Sanki birbirlerini anlarlarmış gibi hissetti.

Bir an Mert de bakışlarını ona çevirince usulca gülümsedi. Aynı hayal kırıklığını sen de yaşayacaksın birazdan, diye geçirdi içinden. Sonra kameralara dönüp, “İzninizle,” dedi ve hızlıca arabasına binip uzaklaştı.

Basın ordusu önünde tek başına kalan Ege, birkaç politik cevapla muhabirlerden kurtulup kapının önünde kalabalıktan uzakta durmaya çalışan arkadaşlarının yanına kaçtı. “Hoş geldiniz,” dedi çekinerek. “Bir an gelmeyeceksiniz sanmıştım.”

“Kalabalık biraz yatışsın diye oyalandık ama işe yaramamış…”

“İnsanlar epey merak etmişler anlaşılan…” dedi Ege, Mert’e kaçamak bakışlar atarken.

Tamamen kaybolmuş gibi görünen Mert giriş kapısının üstündeki, “Deniz Ertürk anısına…” yazısını gördüğünde bu isim onda hiçbir şey çağrıştırmadı. İçeri girmeden neden burada olduğunu anlayamayacağını düşünüp, arkadaşlarına döndü. Kendisine üzgün gözlerle bakan ve duvarın dibine adeta sinmiş olan Cenk’in ve Ayça’nın onunla birlikte içeri gelmeyeceklerini hemen anladı. Derin bir nefes alıp, “Ben giriyorum,” dedi ve korkarak, neden sürüklendiğini bilmediği sergi salonundan içeri girdi.

Birkaç ay önce, Defne’nin gülümsemelerinden derlediği fotoğraflarıyla açtığı sergisini andırıyordu gördüğü fotoğraflar. Hınca hınç kalabalık salonda, beyaz duvarlar boyunca tek bir adamın fotoğrafları vardı. Sağındaki duvarda kronolojik olarak oradan başlanması gerektiğini gösteren minik bir işaret gördü. Islak ellerini, yavaştan kurumaya başlayan tişörtüne silip duvara yaklaştı. Serginin ithaf edildiği adamın olduğunu düşündüğü, bir bebeklik fotoğrafı vardı. Fotoğraftaki bebek, garip bir şekilde, gülümsemiyordu. Şaşkın şaşkın kameraya bakmış, elindeki oyuncak ayısını küçük elleriyle sımsıkı tutmuştu. Önündeki insanları aşıp duvara daha da yaklaştı fotoğrafın altındaki yazıları görebilmek için.


“Sevgili Deniz…

Henüz hayatının ilk yılı... Bu, benim çekmediğim ve sana ait olan iki fotoğraftan biri… Babaannenin kitaplarından birinin arasında buldum sen öldükten sonra. Daha bebekken bile bu kadar ürkek olmanın sebebi neydi diye düşündüm durdum günlerce.”

Bir adım sola kaydı. Burada, ilkokul forması giymiş bir çocuk ve yine aynı ürkek bakışlar vardı. Bu kez de sırt çantasını sımsıkı kavramıştı birazcık daha büyümüş elleriyle…

“Sevgili Deniz…

Defterlerin minicik harflerle yazdığın notlarla dolu, aklın ise kocaman harflerle… Değil mi? Bu yönünü ne kadar çok sevdiğimi sen hayattayken söyleyemedim. Belki de minicik harflerle tuttuğun notlar sayesinde yıllarca bitmeyen defterlerin gibi, hayatını da küçük küçük yaşadığın için daha yazılmamış yaşanmamış bir sürü yer ve zaman varken gittin aramızdan…”

Boş bir çerçeve vardı hemen yanda. Fotoğraf yerine, bir çiçek yapıştırılmıştı çerçevenin tam ortasına.

“Sevgili Deniz…

Yirmi yılın bu boş çerçevede saklı. Biliyorum, kanıtım yok. Ama en büyük kanıtı, yeşerttiğin çiçekler…”

Elleri buz kesti. Kimin yazdığını bilmediği o cümleler, giderek o kadar tanıdık bir sese dönüşüyordu ki kalbi hızlanmaya başladı. Titreyen bacakları ile sıradaki fotoğrafa geçtiğinde, yaya geçidinde bekleyen kalabalığın yanında herkesten ayrı duran bir adam gördü. Tıpkı diğer fotoğraflardaki gibi ürkekti bakışları. Saçları, çantasını sımsıkı tutuşu aynıydı.

“Sevgili Deniz…

Bana, ‘Haberim yokken, fotoğraflarımı çeker misiniz?’ diye mesaj attığında, senin garip biri olduğunu düşünmüştüm. Böyle bir şeyi kim ve neden isterdi ki? Sonra o inanılmaz cevabı verdin soruma… O tuhaf kişi, yalnız ve derin birine dönüştü hikâyemde. Sevdiğim, değer verdiğim, korumak istediğim… Bu, kameramın arkasından seni ilk görüşümdü. Ve içimdeki o küçük kırgın kız çocuğu ile yıllar sonra ilk yüzleşmem…”

Okuduğu o birkaç cümle, aylardır sorduğu bütün soruları ve küçük parçaları birleştiriverdi zihninde. Kendi sergisinin olduğu ilk gün, kapıda öperek uğurladığı sevgilisinin fotoğraflarını çekmeye gittiği kişiydi bu. Buz gibi ellerini tüm gücü ile sıkıp yumruk yaptı. Kesmeyi unuttuğu tırnakları avuçlarına batarken, nefes alış verişi öyle hızlandı ki birden öleceğini sandı. Giderek canının daha da acıyacağını bildiğinden yutkundu, o anki hislerini de birlikte yutmak için. Güçlükle, bir adım daha yana kaydı.

Restoranda, karşısında kocaman bir oyuncak ayı ile oturuyordu adam bu kez. Artık, altındaki notları istemsizce Defne’nin sesiyle okuyordu.

“Sevgili Deniz…

Tıpkı ilk fotoğrafındaki minik oyun arkadaşın gibi görünüyor şu an gözüme bu devasa oyuncak… Seninle birlikte büyümüş mü dersin?”

Bir pencere… Loş bir ışık ve bir adamın gölgesi… Fotoğrafın altındaki tarih, Defne’nin kaybolduğu tarihti. Dişlerini sıktı. Karanlık sokakta deli gibi koşuşturup aradığı kadının gözlerinin o an çevirili olduğu yere bakmak öyle bir sızlattı ki kalbini, bütün vücudu titremeye başladı. Hayal kırıklığı ve öfkeyle birleşen hüznü, akamayan yaşlar biriktirdi gözlerinde. Altında yazan yazıyı okumak için aşağıya doğru baktığında bir damla yaş süzüldü yanaklarından.

“Sevgili Deniz…

Kafamın içinden kaçamayıp, kendimi senin evinin önünde bulduğum o geceyi asla unutmayacağım. Pencerenden süzülen o loş ışık, karanlık zihnime bilmeden tuttuğun bir fenerdi. O gece, sabaha kadar senin pencereni izledim. Küçük evinde, küçük bir hayat yaşadığını düşünürken ne büyük şeyler başardığını keşke sana daha uzun anlatabilseydim.”

Bir sonraki fotoğrafa geçemedi. Olduğu yerde durup, “Sevgili Defne…” dedi kendi kendine konuşarak, sessizce. Kendine kızdığı, kendini suçladığı o tepede, asıl söylemesi gereken isim buymuş gibi… “Bana aylarca boşu boşuna işkence çektiren Defne…” diye tekrarladı. Ve ardından sanki sergi salonunda hiç kimse yokmuş gibi tüm gücüyle bağırdı. Birkaç saat önce o tepede atması gereken çığlık, kalabalığı ürkütünce arkasını döndü. Kızarmış gözleri, Deniz’in otobüsteki son fotoğrafının önünde donakalmış bir vaziyette kendisine bakan Defne’nin korku dolu gözlerine değdi.

Defne, utanmış gibi ellerini yüzüne kapattı. Bir adım geri atıp, Deniz’in son fotoğrafına yaslandı.

Mert, devam edecek çığlığını susturmak ister gibi ellerini ağzına kapattı. Bir adım geri atıp, Defne’nin çektiği ilk fotoğrafa yaklaştı.

O iki fotoğrafın arasında, ayrı geçirdikleri ve hayatlarını sonsuza kadar geri dönülmeyecek şekilde değiştiren dört ay vardı.

Yorumlar

Yorum yapmak için giriş yapın.

29.07.2025
Ya neden yaaaa Ağlıycam şimdi
ah defne ah cidden
kahrımdan ölecem
ah be mertiö of
sen birine o biri başkasına ah be ama haksız suçlanmazsın umarım defne of
ah mert
cenk salak smwğq7wbqpwjm
rüya ya😭
hayır ya denizim of
o kadar iyisin ki sağ ol
ya ağlicam
of ağlicam of
RUYAYA KIYAMAM AMAA
misham yapmaz oldurmez denizi diye dusunerekten denizin oldugunu unutmusum yapilir mi bu yaa 😭😭
25.07.2025
ne bölümdü ama keşke hiç böyle olmasaydı daha farklı çözümler bulmuş olsaydık mertin arkadaslarının "en azından bir mesaj ya da bir arama" dediği yerdeyim tam da ama işte o telefonunda şans eseri ayçaya denk gelmesi... kader ağlarını örüyor biz de figüran gibi oynuyoruz
25.07.2025
o sırada bu satırları okuyan rüya...
25.07.2025
yapma aglicam oofff
25.07.2025
ikisininde birbiri için melek oldugunu düsünmesi 🫠
25.07.2025
nefesin kalan yarısını senin yaptigin pastanın mumları söndürmek icin kullanmıs 🥹 defne icin
25.07.2025
ah dünya ah
25.07.2025
deniz beni yerle yeksan ediyor her seferinde
25.07.2025
zırlama seansı
25.07.2025
defne bu satırları ne zaman okuycaaakkk
25.07.2025
uykumda bile senin beni koruduğunu bilerek...
25.07.2025
favori ikilim 😩
25.07.2025
kendini suçlamayı bırak rüya niye yapıyorsun bunu kendine
25.07.2025
iyi dedin valla helal
25.07.2025
o kadar tatlı insanlar ki bu hikaye kalbime çok dokunuyor 😩
25.07.2025
aglicam ya ölmemesi gerekiyordu 😭
25.07.2025
🥹
24.07.2025
Bu satırlar hiç aklımdan çıkmıyor
24.07.2025
Çok özledim lan denizi kimse hak etmiyor ağlayacam 🥲
24.07.2025
Deniz her zaman sevgili günlük diye başlardı defneye aşık olduktan sonra sevgili defne diye başlaması yeminle deniz beni mahvediyor
23.07.2025
Ahhh kalbim çit 😭
22.07.2025
Okumayı bırakıyorum den hali gelince baştan kitaptan okumak istiyorum neredeyse hepsini unutmuşum karakterler hariç 🥹
22.07.2025
ağlıyorum of
22.07.2025
UNUTMUŞUM BEN BUNU NE DEMEK DENİZ ÖLMÜŞTÜ (⁠‘⁠◉_◉⁠’⁠)
22.07.2025
Gece 2 ve geldim son bölümü hatırlayıp den halini okicam 🥹
21.07.2025
Merte çok üzülüyorum umarım çok mutlu olur😭
21.07.2025
Mertin Defne için yaptığı sergiyi Defnenin Deniz için yapması ve bunu mertin görmesi canını çok yakmış olsa gerek...🥺
21.07.2025
Defne mahvettin bizi ne suçumuz vardı ya
21.07.2025
💓
Yine çok güzel bir bölüm ❤️🥰
20.07.2025
@selinmelov bendede bazı bölümler eksik çıkıyor
bilgilendirdiğin için teşekkürler 🫶🏻
13.07.2025
arkadaşlar kitabın sadece yarısının burada olduğunu düşünüp kitabı aldım, kitap bu kadarmış :) sadece bazı bolumlerin sonları eksik burada son bölüm de dahil ama sadece 1 sayfa. Defne ve Mert sergide gözgöze geldiklerinde bitiyor ve devam edecek yazıyor. Bildiğim kadarıyla 2. kitap hala çıkmadı, çıktığında okumak çokk istiyorum.
bilgilendirdiğin için teşekkürler 🫶🏻
07.07.2025
Herkeste öyleymiş. Orada göz göze geliyorlar ve bitiyor canım neden eksik bende bilmiyorum
20.07.2025
@selinmelov bendede bazı bölümler eksik çıkıyor
28.06.2025
bazı bolumlerın sonları eksıktı, bır kac kelimedir dıye pek takılmadım ama sımdı bolum mertın sergıye gırısı ıle bıttı. kıtap bıldıgım kadarıyla zaten basılı. buraya bolumlerı bu sekılde eksık eksık ve belırlı zaman aralıklarında mı yukluyor? bılen bırılerı benı aydınlatabılır mı lutfen
24.06.2025
Ben de onu düşünüyordum ya :(
19.06.2025
İlk okuduğum kitabın 4n1k ve her hikayen benim için çok özel ama bir karakter var ki... Deniz... Ciğerim çıkana kadar ağladığım çok an oldu ama bu benim için çok fazlaydı çünkü Deniz benim için o kadar gerçek biriydi ki. O bu hayatta en sevdiğim karakter bak her şeyiyle en ufak ayrıntısına kadar aşık olup benimsediğim biri... Gerçekte var olsa bir an bile düşünmeden tüm hayatımı ona adar, her yarasını ayrı sarar, pamuklar içinde yaşatırdım onu... Hayatta yokmuş gibi ya da iz bırakmadan yaşaması yaptığı küçük detaylara (çiçeklere habersiz su vermesi, hayvanları besleyip sevmesi vb.) bakınca kendimi hissediyorum. Onda gördüğüm şey benzerlikler değil kendimim. Evet onun hayat hikayesi benimkiyle benzer bile değil ya da yaşadığı acıların büyüklüğü ölçülemez... Kitaplarında en sevdiğim karakterler hep var bağ kurduklarım mesela Oğuz, Anıl, Pınar'ım, Defne, Daimon ve dahası ama ben ilk defa birinin bu kadar gerçek olmasını diledim ya. VE SEN GİTTİN NE YAPTIN DAHA İLK KİTAPTA ÖLDÜRDÜN ONU!!!! En büyük yarayı sen açtın bana karım, o bunu hak etmedi ya... Cidden en çok yaşaması gereken kişiydi belki de...Daha besleyeceği binlerce hayvan, bakması gereken yüzlerce manzara, giymesi gereken ışıklı bir ayakkabı varken neden yaptın bunu... Tabii ki anlıyorum kafanda 942206 tane senaryo düşünmüş ve bize en güzelini hazırlıyorsundur zaten ama yine de ona olan aşkımı bil istedim ühü seviyorum seni böyle bir karakter yazdığın için... Luv! Normalde ilk yorumumu 4n1k bebişime yapmak istiyordum ama Deniz Bey de Deniz Bey maalesef... Bilerek onu YOK ETTİĞİN (MİNİK BEBEĞİM TOPRAK İNCİTMESİN) satırlara yazmak istedim utanır mısın bir tekrar okuyup baksan? Sanmam. YARGILANACAKSIN VE SENİ AFFETMEYECEĞİM! #DenizErtürkölümsüzdür
#KatilMonaMisha
19.06.2025
Kitaptaki son sayfalar burada yok acaba bilerek mi eklenmedi yoksa gözden mi kaçtı
24.06.2025
Ben de onu düşünüyordum ya :(
19.06.2025
Dün bitirdim kitabı ve hemen buraya koştum çabucak, acilen, hemen, hızlıca aşkın -den hâli ne bölüm at büşü o son öyle bırakılır mı, bütün kitaplara bölüm yağarken buna bölüm atılmaz mı😠
19.06.2025
Bölümün sonu bende tam gözükmüyor neden ki
07.07.2025
Herkeste öyleymiş. Orada göz göze geliyorlar ve bitiyor canım neden eksik bende bilmiyorum
19.06.2025
İlk aşkın den haline bölüm gelmeliiiiiii sıra onda kalmıştı
13.06.2025
Devam bölümünü bekliyorum gün+99 selam melov aşklarım